Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali: http://geocities.com/ethemaydin ve http://www.ethemaydin.com adreslerinde sergilenmektedir. Eserin orjinalinin ücretsiz temini: Aydın Sanat evi: Kurtuluş mh 19 sk. Ful apt 50/c Adana 322-4584683 ethemaydin@yahoo.com ------------------------------------------------ Bölüm-1 EDİTÖRCE Sordunuz anlattım. Ben Ethem Aydın'ın oğluyum. Bu kitabın editörüyüm. Hatta bu bölümün yazarıyım da. Bu kitap bir ölünün arkasından yazılan ağıt değildir. Bu kitap bir methiye değildir. Nostalji belgesi de değildir. Hele, günah çıkarma hiç değildir. Gelecek kuşakların eğitim materyalidir. İstiyorumki, babamın öğretilerini, geçmişin bilincini ve yaşam felsefesini, alt kuşaklarıma aktarayım. Ethem Aydın, kendi ifadesi ile otuz sene kalemtıraşın ağızında kalmış, insan sevgisi ile dolu, çıkmaz durumlara ılımlı, olumlu çözümler üreten, çevresince aranan, varlığından haz duyulan, çağdaş bir düşünce ve sanat ustasıdır. Ethem Aydın'ın, hemen her yazışması bireye hitap ediyor olsa bile, bireysel olmaktan öte, genç kuşağı yönlendiren, eğiten, Atatürkçü, layık, doğa ve insan sevgisiyle dolu, karşısındakini doğruya yönlendiren eğitsel mektuplardı. Alt kuşaklarına bu bilgi birikimini aktarmayı, bu yazışmaları bir kitap halinde yayınlamayı çok istediğini yazdıklarından anlıyoruz. Bu istek, vasiyet kuvvetinde bir hedefiydi. Bu durumda bu eser bir vasiyetin uygulaması kimliği kazanmaktadır. Bu görevin oğlu olarak bana düşmesinden onur duyuyorum. Ethem Aydın, mektuplarını ve diğer bütün yazdıklarını çift kopya yazar, birini saklardı. Aramızdan ayrılmasını takiben geride 4 klasör dolusu mektup ve ağzına kadar mektuplarla dolu bir bilgisayardan oluşan zengin bir eğitsel materyal arşivi kaldı. Bu materyalin genelin istifadesine açılması doğru olurdu. Bunu tehir edemezdim. Durun size babamı anlatayım... Bunu birisinin yapması lazım diye anlatıyorum. Yoksa kendim ve kendimin bir parçası olan babamı sizlere anlatıp, övmek gibi bir niyetim yok. Zaten babamın buna ihtiyacı da yok. İlerleyen bölümlerde okuyacağınız olaylar, isimlerden neyin kimlerin kastedildiğini merak edersiniz diye size Ethem Aydın'ın kısa hayat hikayesini kronolojik olarak vermek istedim. Ancak izin verirseniz önce 27Kasım'ı anlatayım sonra en başa dönelim, olur mu? 27KASIM2002 Sabahı: Sn. Mehmet Işık işyerime gelerek babamın bir trafik kazası geçirdiğini, kazadan hemen sonra Adana Numune hastahanesine kaldırıldığını ve durumunun ciddi olabileceğini söylediğinde saat 10'du. Halbuki trafik kazası saat 8 sularında meydana gelmişti ve ben çok geç haberdar olmuştum. Sanki erken haberdar olsaydım yazgıyı değiştirecek miydim? Hayır... Hastahane acil kapısındaki polis ve hasta kabul memuresi Ethem Aydın nerde yatıyor diye sorduğumda ressam amcayı mı soruyorsunuz dediler. Daha sonra öğrendiğime göre babam hastahaneye getirildiğinde bu görevliler ile yattığı yerden sohbet etmiş. Ben genel cerrahi servisine vardığımda babamın şuuru kısmen açıktı. Beni tanıyıp tanımadığını kestiremiyorum. Tıbbi detayları atlıyorum. Sürekli olarak başucunda dua okudum. Saat 11:00 sularında yoğun bakıma alındı, yarım saat sonra Dr. M.G. yoğun bakım ünitesinden dışarı çıkarak acemi bir üslup ile babamın vefat haberini verdi. Babamı son bir kez öpmeme izin verdi. Bu olayda doktor hatası aramadım. Bulurum diye korktum. Babama arabası ile çarpan şahıs 23 yaşında üniversite sınavlarına hazırlanan bir delikanlıydı, tutuklanmıştı. Çünkü trafik polisi, babama çarpan bu sürücüyü 8 de 7 suçlu bulmuştu. Ben davacı olmasam da yasalarımıza göre zaten tutuklanacakmış. Tutuklanmasına pratik bir katkım olduğu söylenemez. Halbuki babam hayatta olsaydı, kendisine çarpan ve vefatına sebep olan bu çocuğu karşısına alır, O'nunla dost olur, O'na ikramda bulunur, tekrar görüşmek üzere davet eder, sonra gülegüle diyerek yolcu ederdi. Babamın bunu yapacağından öyle eminim ki...! Zaten kazadan hemen sonra babam yattığı yerden kendisine çarpan sürücüye "siz işinize gidiniz ben iyiyim, bir şeyim yok" demiş. Bu sebeple, ve daha başka sebeplerle, bu çocuğun hapishaneden kurtulması için elimden geleni yaptım. Ailesinden Türk Eğitim Vakfına bağış yapmalarını istedim. Biraz suçluluk duygusu ve biraz da diyet anlamında olarak, maddi olanakları kadar bir miktar bağış yaptılar. Şöyle düşündüm: madem istemeden de olsa bir düşünce ve sanat ustasının kaybına sebep oldu, o halde yenilerinin yetiştirilmesine katkıda bulunsun istedim. Bilmem Türk Eğitim Vakfına bağış yapmasını talep ederken yanlış mıydım? Sonradan bu çocuğu kazanmak istedim. Dost olup tokalaşmak, helalleşmek istedim. Böylece suçluluk duygusundan kurtulmasına katkıda bulunmuş olacağımı düşünüyordum. Bu kitabın "ardından" bölümüne birkaç satır bir şeyler yazması için babası aracılığı ile ricada bulundum. Kabul etti. Daha sonra ev ve iş yerlerine defalarca mektup yazıp telefon açmama rağmen temas edemedim. Keşke bu kitaba katkıda bulunsaydı diye düşünmeye devam ediyorum... Daha sonra öğrendiğime göre, babam her sabahki bisiklet gezisinden dönerken, Fuzuli caddesi Gazi ilköğretim okulu köşe başında bisikleti elinde (yaya) olarak tretuvardan gecmekte iken, Galeria istikametinden gelen Skoda marka özel araç kazaya sebep olmuş. O sırada tesadüfen oradan geçmekte olan Ahmet Duman isimli öğrencisi babamın hastahaneye kaldırılışına refakat etmiş ve yine bir başka öğrencisi olan Mehmet Işık'a haber vermiş. Her ikisine de okuyucu huzurunda teşekkür ederim. Bakınız, bu tretuvar geçitlerinden o cadde üzerinde tam 6 tane var. Bütün geçitler yayayı tam kavşak ağzına getirecek şekilde sanki bilhassa azraile sponsorluk yapacak şekilde düzenlenmiş. Babama çarparak ölümüne sebep olan çocuğu affediyorum. Hata yapmak, insan olmanın bir parçasıdır. Muhtemelen geciken müdahalesi sebebiyle Dr. M.G'yi de affediyorum. Çünkü onlar en çok bir kişiye istemeden zarar verdiler. Fakat tretuvarları ölüm kapanı gibi düzenleyen Adana Belediyesini affedemiyorum. Adana'nın büyük bir bölümünde tretuvar geçitleri kavşağın ortasına isabet ediyor. Herhangi bir gün bu tretuvar geçitlerinde yeni babalar ölebilir. Gazeteye bu konuda bir yazı yazdım, "Ardından" bölümünde bulacaksınız. Babamı ertesi gün Kabasakal 928 nolu ebedi ikametgahına defnettik. Kendi ellerimle başını toprağa yaslarken kaslarında hala katılık oluşmamış olması beni hala şaşırtıyor. Bunu tıbben sıra dışı buluyorum. Aslında defin işlemi öncesinde Sn. Prof. Dr. Tuncay Özgüven kalabalıkta usulca benim yanıma yaklaşarak "izin verirsen Ethem hocayı alıp kendi aile mezarlığıma defnetmek istiyorum?" dedi. Kendim için babamın yanından rezervasyon yaptırabilmek için bu teklifi kabul etmedim. Daha sonra mezarlık bekçisinden öğrendiğime göre, Sn Özgüven defalarca 928 nolu mezarın başına gelip uzun süre konuşmuş ve dua etmiş. Her gittiğimde mezarının üzerinde çiçekler bulurum. Kimin getirdiğini bilmiyorum ama bu şahıslara şükran doluyum. Sn Özgüven'e de. Geride bıraktıkları: Düzinelerce dosya, zarf, 4 klasör dolusu yazılı materyal.! Babam gördüğü yaşadığı neredeyse pek çok olayı ve o olay hakkındaki duygulanımlarını kaleme almıştı, yaşadıklarını anlatmıştı.İyi ki bu yazılı materyalleri bırakmış.Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu yazıları okuyacaksınız. Bana intikal eden evraklar içerisinde, dedemin vaiz vermek için hazırladığı Arapça notlar buldum. Bunların bir kısmını tercüme ettirdiğimde KuranıKerimden ayet tefsirleri, hadis yorumları esas alınarak yapılan tavsiye ve öğütler olduğunu gördüm. Evrakların içerisinde bulduğum mektuplardan, babamın kendi annesi ve babası ile olan yazışmaları Türkçe idi. Bu mektuplarda sıklıkla şunlardan bahsettiğini gördüm: evlenmekte acele etmemesi gerektiği, maymun iştahlı olmamak gerektiği, kadınlar üzerine ve eş seçerken nelere dikkat edileceği, vb. Babasının Ethem Aydın'a yazdığı mektupları sıklıkla "Selam ederim burada sayımızda eksik yoktur" İfadesi ile bitiyordu. Bu mektuplardan birkaç tanesini bu kitabın "Ardından" bölümünün sonuna ilave ettim. Babamdan bize kalan eşyalar içerisinde bir çok bozuk kol ve masa saati, kesilip özenle yapıştırılmış gazete kupürleri vardır (çoğu Atatürk resimleri ve Kemalizm hakkında söyleşilerden ibarettir). Kendi yayınladığı köşe yazıları, bir bilgisayar ve yazıcısı, 50 civarında muhtelif ebatlarda tablo, 100 den fazla eskiz (taslak çizim), çöp toplayan çocuklara yardım olsun diye onlardan para ile satın aldığı 70 den fazla biblo ve cam parçaları, makas, cetvel, fırça, 2 tane şövalye, babasından kalan pense, mengene, kalem, 1 kol saati, 10 civarında onur belgesi, 1 el çantası, 1 seyahat çantası, giysileri, pasaport, 612 tane kitap. Fakat çok az sayıda, sadece 810 tane fotoğrafı kaldı bize. Çünkü, nostaljinin melankoliye dönüşme çekincesi sebebiyle kendisinin fotoğrafının çekilmesini pek istemezdi. Objektife ya emrivaki ile bakar veya objektiften uzak dururdu. Yazdıklarından anladığım kadarı ile Ethem Aydın, Mut'ta kendi doğduğu evi, Kültür ve Sanat evi ismi ile bir kütüphane yapmak istiyormuş. Üst katının yoksul öğrencilerin kalabileceği bir yurt olmasını istemiş. Ben bıraktığı yerden devam ediyorum. Kendi gayretlerimle yurt haline getirmeye çalışıyorum. Bu bitti. Gelelim Aydın Sanat evi'ne... ... Şimdilik, Aydın Sanat evini devam ettirmesi için babamın Aydın sanat evi olarak kullanmakta olduğu dükkanı ücretsiz olarak resim öğretmeni Sn. Suavi Numanoğlu'na verdim. Kimdir bu Suavi bey? Nerden buldum? Nasıl tanıştım neden ücretsiz olarak Aydın sanat evini kendisine ikram ettim? İzin verirseniz onu anlatayım: Babam aramızdan ayrılmadan önce, Sn Numanoğlu'na öğretmenler günü sebebiyle bir hediye satın almış, güzelce hediyelik ambalaj yaptırmış, üzerine bir kart iliştirmiş, kartın üzerine kendi el yazısı ile aynen şöyle yazmış: Duyarlı öğretmen Suavi Numanoğlu'na öğretmenler günü armağanı, çam sakızı çoban armağanı. Öperim. Ethem Aydın. Bu kartı yazıp hediyenin üzerine yapıştırmış ve bunu bir naylon torba içerisine yerleştirmişti. Suavi beye vermek üzere kendi sanat evinin kütüphanesindeki raflardan bir tanesine koymuştu. Babamın vefatından sonra eşyalarını tanzim ederken babamın özenle hazırladığı bu hediye paketini buldum ve üzerinde ismi yazan Sn Numanoğlu'nu telefon ile arayarak durumu aktardım ve babamın son hediyesini kendisine teslim ettim. Belli ki, babam Suavi beyi epeyce seviyormuş. Zaten yakın zamanlarda Suavi beyi Aydın sanat evinde görmüştüm, saz çalıyordu, türküler söylüyorlardı, babamla birlikte sofra kurmuşlar yemek yiyorlardı. Bu sebeple Aydın Sanat evinin işletilmesini daha önce Mersin Liseliler derneğine ve İçel Sanat Kulübüne ücretsiz ikram etmeme rağmen kararımı değiştirerek Sn Numanoğlu'na vermeye karar verdim. Zaten dernek ve kulüp bu teklifime net bir cevap vermemişti. Toplantı yapmaları gerektiğini söylemişlerdi. Bürokrasi.. bürokrasi.. bürokrasi... bilirsiniz... Aydın sanat evinin önünden her geçişimde babamın kokusunu duyarım. Bir çok dostu, hala Aydın sanat evinin sokağından geçemiyor. Aslında size bir şey söyleyeyim mi... Bunları yazarken babamı abartıyor olduğum tedirginliği yaşıyor ve yazdıklarıma sınır getiriyorum. Aslında el firenini indirebilsem okuduğunuzdan fazlasını yazardım. Yazdıklarım boyunca ölçülü kalmaya gayret gösterdim. Yine babamın yazdıklarından anladığım kadarı ile Ermenek'teki halamın yaşlı ve bakımsız olmasından sorumluluk duyuyordu, ablasına yeterince maddi yardım yapamadığı için üzülüyordu. Bankada babamdan kalan parayı halama bakan Hatice isimli kıza yolladım. Yine Ethem Aydın'ın yazdıklarından anladığım kadarı ile duygu ve düşüncelerini yazdığı bu klasörler dolusu yazıyı bir kitap halinde derlemek istiyordu.... Zaten bir çok mektup, derleme, yorum ve makalesinde bu arzusunu defalarca dile getirdiğini ileriki bölümlerde okuyacaksınız. Aslında her yazdığı mektubun yanına gelen cevabi mektubu da koymak istiyordu. Etik sebeplerle ben bunu yapamazdım. Ethem Aydının yazmayı çok istediği kitabı şu anda elinizde tutuyorsunuz. Bu kitap, o kitaptır. ... Şimdi taa en başa dönelim. Ethem Aydın kimdir, soy ağacımız köklerini nerden alıyor, rüzgarın estiği yön nedir, vıcıkvıcık yoksulluk ve rezillikten bir sanatçı nasıl doğdu? Bunları takvim sırasıyla anlatayım size: Uzun yaşayan ağaçlar çok derine kök salan ağaçlardır. Derinleşmek statik bir olaydır, dinamizmi sevmez. Seçenek bizlere kalmıştır. (Ethem Aydın, 28Nisan1990) BABASI MUSTAFA EFENDİ ( yani dedem ): Mustafa efendi, Abdurrezzakzade Hacı Mustafa Ağaoğlu Serçavuş İbrahim efendi'nin oğludur. Bundan esinlenerek Ethem Aydın'a üçüncü bir isim olarak İbrahim ismi verilmiştir. Fakat İbrahim ismi bu eserde kullanılmamıştır. Mustafa efendi, Ağustos 1858'te Ermenek kazasının Sandıklı mahallesinde doğmuştur. Cum'a mahallesinde ilk bilgileri tahsil etmiş, Ağustos1880'de Musalli medresesine kayıt olmuş. Nisan1884'de Ermenek' ten ayrılarak, Aydın'da bulunan Bey camii medresesine kayıt olmuştur. Nisan 1891'de (33 yaşındayken) Mısır'a gidip Camiu'lEzher'de tahsil görmeye devam etmiş. 2 yıl Mısır'da kaldıktan sonra, 1893 Mart'ında İstanbul' da Şehit Mehmet Paşa Medresesi'ne kayıt olmuştur. 1899 yılının Eylül ayına kadar burada kalmış ve eğitim almıştır. Hassa Birinci Alayı Müftüsü Ankara' lı Mehmet Şükrü Efendi'den icazet alarak buradan ayrılmıştır. 9 nolu kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa efendi 16 yaşında İstanbul'a gitmiş. 1015 sene orada ulema kütüphanesinde kalmıştır. Ağustos 1902'de Beyazıt dershanesi ruüs imtihanına girip Edirne müderrisliğini kazanmış. Aynı yılın Eylül ayında Ermenek kazası'nın Tekke medresesinin müderris Sipas Camii kürsü şeyhliğine tayin olmuştur. Bu, o zamanların önemli bir mevkisiymiş. Burada 7 yıl kalmış, birçok talebe yetiştirip onlara icazet vermiş. 1909 yılında Akşehir kazası İplik camii müderrisliğine tayin olmuştur. 1920'de Mut kazasına nakil edilmiştir. Akşehir'den Mut'a gelişi konusunda muhtelif rivayetler vardır. 1 numaralı kaynakta bunun 1576 dosya numarası ile bir nakil veya tayin olduğu yazmaktadır. Halbuki 9 numaralı kaynağa göre Mustafa efendi rahatsızlanarak istifa etmiş ve Ermeneğe kendi isteği ile dönmek istemiştir. Aynı kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa efendi Ermeneğe döndüğünde 3132 yaşlarındaymış. 13 numaralı kaynağa göre, 35 yaşındayken Hatice isimli bir kızı amcasından istemiş ve evlenmişler. O sırada Mustafa efendi Ermenek'te hocalık yapıyormuş. Mut ahalisinin daveti üzerine Mut'a yerleşmiş ve Rüştiye hocası (müderris) olmuş. Bugünkü Mut kalesinin önünde Şule olarak bilinen beldenin yakınında öğretmenlik yapmış. Bu göreve ilk geldiğinde müderrise ve eğitime hazır olmayan öğrenciler ve mahalle çocukları Mustafa efendiye kötü davranırlarmış, bir öğretmene alışık olmayan çocuklar Mustafa efendiye küfür ederler ve taşlarlarmış. Bu tarihten birkaç sene sonra aynı çocuklar Mustafa efendinin evinde kalmaya, O' nunla medrese dışında sohbetler yapmaya, bir ihtiyacı varsa gidermek veya yardım istemek üzere Mustafa efendinin evine sık sık uğramaya başlamışlar. Mustafa efendinin evinde daima çok sayıda çocuk olurmuş. Bu çocukların bir kısmı akraba, bir kısmı komşu çocuklarıymış, bir kısmı ise öğrencileri imiş. Mustafa efendinin geliri azmış. Sadece müderris maaşı varmış. Oğullarını okutabilmek için saat tamiri işine başlamış. Saat tamiri sanatını Ethem Aydın'a da aşılamış ve öğretmiş. Alet ayakkabı tamiri, ağaçbahçe işleri, ve saat tamirinden elde ettiği kazançlar ile yaşamının son yıllarında Mustafa efendinin gayrimenkul sahibi olduğunu 13 numaralı kaynaktan öğreniyoruz. Mustafa efendi ilerleyen tarihlerde Mut imamlığına alınmış. Kendi etrafında mollaları varmış. Yaver'in evinin yakınında otururlarmış. Mut kaymakamı tayini çıkıp başka yere giderken kendi oturmakta olduğu evini Mustafa efendi'ye ısrarla ve ucuza satmış. Mustafa efendi benzer şekilde Ermenek'te bir bağ almış. Bugünkü Bıçakçarığı mevkisinden başlayarak satın aldığı bağın etrafını duvar ile ördürmüş. 12 numaralı kaynağa göre, Mustafa Efendi mevlanavari bir ruha sahipmiş. Herkese saygı duyarmış, kendi aleyhine olanlara bile iltifat eder gönüllerini hoş tutarmış. Aynı kaynakta anlatılan bir olayda halkın dışladığı, kötü muamele yaptığı ve adeta lanetlediği bir şahısa fikrini sorması ve O'na söz hakkı vermesi dikkate değerdir. Mustafa efendi, pek çok insanın sevmediği İzmirli Ahmet efendi ve Şıh efendiyi kendisinden uzak tutardı. Belli ki onlardan pek hoşlanmazdı ama eldeki kaynaklara göre, hiç kimse Mustafa efendinin ağzından bu insanlar hakkında kötü bir şey söylediğini duymamış. 12 numaralı kaynaktan öğrendiğimize göre, yegane eleştirdiği insan Nail efendi imiş. Nail efendi, Mustafa efendinin imamlık yaptığı caminin müezzini imiş ve gayet yavaş hareket eden ve namaza devamlı geç kalan bir insanmış. Bu sebeple ahali namaza geç başlıyor ezan daima gecikiyormuş. Bir gün yine geç kaldığı bir namaz vaktinde Mustafa efendinin Nail efendiyi azarladığına dair yazılar buldum. Diğer kaynaklarda Mustafa efendinin bir başkasını eleştirdiğine dair bir bilgiye erişilemedim. Dedem, yakın çevresinde Fevzi ismi ile anılırmış. Ezanın Türkçe okunması günümüzde bile tartışılıp tepki toplayan bir konudur. Ama Mustafa efendi belki de ülkemizde ilk defa Türkçe ezan okuyandır. Babam, babasının bu lider davranışı ile yaşamı boyunca hep övünmüştür. Mustafa efendi, ilime fevkalade yüksek seviyede önem verirdi. Adeta bir vasiyet niteliğinde Ethem Aydın'a yazdığı bir mektupta (13 nolu kaynak) aynen şöyle der: "Benim kazancım günde 20 kuruş olduğu halde onlardan geri kaldım ise de evlatlarımın ellerine kalem verdim." der. 10 numaralı kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa efendi ölmeden önce çevresindekiler ile vedalaşmıştır ve helalliklerini istemiştir. Bu bilgiyi 11 numaralı kaynak doğrulamaktadır. Sn. Naci Köprülü Mustafa efendinin ölmeden bir gün önce çevredekiler ile nasıl vedalaştığını detaylı olarak bana anlatmıştır. Bir insan ertesi gün öleceğini nereden ve nasıl bilebilir? Hala şaşarım... 10 numaralı kaynağa göre, Mustafa efendi 24Nisan1949 Perşembe günü vefat etmiştir. 7 nolu kaynak ölüm tarihini 29.Mart.1949 olarak gösterir. Mezarı Mut'tadır. 1951 yılında doğan ablam Deniz, bir akciğer infeksiyonu nedeniyle 2 yaşında iken toprağa verildi. Abimin doğumu Cumhuriyet bayramı civarına tesadüf ettiği için Cumhur adı verilmiştir. Şu anda makine mühendisidir. Sırayla Aygül, Tuğçe, Uğur ve Ece' nin babasıdır. İstanbul' dadır. Ethem Aydın'ın küçük oğlu (ben) annemin babasının adını almışım. Dişhekimiyim, Adana'da muayenehanem var. Oğuz ve Onur'un babasıyım.. İlk hatırladığım Ethem Aydın: Beni ensemden tutuyordu. Bisikletin üzerinde durmaya çalışıyordum. O yanımda yürüyordu. Heybetli bir gövdesi yoktu ama güçlüydü. Tek eli ile ensemden beni sıkıca kavramıştı. Bisikletim sendelediği zaman düşmeyeyim diye ensemden tutar yeniden dengemi sağlamama yardım ederdi. Ömrü boyunca ensemden tuttu. Fuluğ anılarımda nedense hep toprak arazide ve tren raylarının yakınlarında gezdiğimizi hatırlarım. Saatlerce bana vakit ayırırdı. Bu gezileri hep de güneşin batışına denk getirirdi, acaba elinde tuvali veya eskiz çizdiği defteri var mıydı bu arada geniş çorak arazide güneşin batışını kağıda çizer miydi iyice hatırlayamıyorum. Belkide beni ıssız bir tarlada bisikletimle kendi başıma bırakıp, bir kenara oturup resim de çiziyordu. Bazen beni ensemden öyle kuvvetli tutardı ki bisikletimin tekerleği bir çukura girecek ve ensem ağrıyacak diye tedirgin olurdum. Hatta akşam eve döndüğümüzde ensem ağrıyor olurdu. Bu babamı ilk hatırladığım takvimdir. O sıralarda Osmaniye'deydik. 6 yaşındaydım. Osmaniye'deki evimiz, köhne 2 katlı taştahta karışımı bir evdi. Bahçede kavak ağacı vardı. Babam komşu bir amca ile bahçede tavla oynardı bazen. Komşu amcanın alnında (şimdi teşhis edebiliyorum) lipom benzeri bir şişlik vardı. O amca babamla koyu gölgeli avluda tavla oynarken ben O'nun alnındaki şişliğin nasıl bir şey olduğunu uzun uzun izlerdim. Tavlada babam yendiğinde sinirlenmeyen bir amcaydı. O sırada babam ve annem Osmaniye'de bir okulda öğretmen idiler. Ondan önce 1950'lerde Mersin'de oturmuşuz. Ben ve ağbim orada Mersin'de doğmuşuz. O episodu kaçırdım, anımsamıyorum. Onun için anlatmaya Osmaniye'den başladım. Bir sene kadar sonra Osmaniye'den Adana'ya taşındık. Döşeme mahallesinde Barış Manço'nun oturduğu çıkmaz sokak var ya? işte orada oturduk. Zeminde bir evdi.. Evimizin kapısı doğrudan sokağa açılırdı. Akşam eve dönüşlerinde babam abuk sabuk oyunlarımı taktir edercesine yorum yapınca elimdeki oyuncak tankın bisikletime monte edilebileceğine bile inandırırdı beni. Hayalim genişletmek için böyle söylediğini 1990 lı yıllarda bana söyledi. Daha sonra aynı mevkide 2 katlı ahşap bir evde oturduğumuzu anımsıyorum. Babamı, talaş sobası yakarken, pazara giderken ve içinde okul bulunan fuluğ anılarımda baş rolde görebiliyorum. Oğul gözüyle hoca Ethem Aydın sıra dışı bir öğretmen profiline sahipti. Adana'ya geldikten sonra (1964) annem bir okulda babam başka bir okulda öğretmen olarak, ağbim ve ben başka bir okulda öğrenci olarak durmaksızın okullara gidip durduk. Rutin, sıradan yıllardı. Mithat paşa mahallesi 9 sokak no 5'te annem ve babamın birlikte yaptırdığı bir evde oturmaya başladık (çok yazık ki, bu ev, babamın vefatından sonra annem tarafından satılmış bulunuyor). Evimiz önceleri tek katlıydı. Karıkoca öğretmen imkanları birleşince ne kadar ev yapılırsa işte o kadardı. Ön bahçede söğüt, portakal, akasya, gül ve daha adını bilmediğim bir çok ağaç vardı. Bahçedeki asma evimizin damına tırmanır ve bol üzüm verirdi. Babam asmayı her meyve mevsiminde ilaçlardı. Her akşam okul dönüşünde hemen köşenin başında bakkal İbrahim amcanın dükkanında 510 dakika oturur laflardı. Ne konuşurlardı bilmem, ama hep gülüşürlerdi. Evimizin çevresi tarla veya açık araziydi top oynadığım alandı. Bazı akşam üstleri ben top oynarken balkondan beni izler, akşam evde oyun hakkında sorular sorardı. Arka bahçemizde yeni dünya ve portakallimon ağaçları vardı. Bu evin bahçesinde tavuk, ördek, köpek beslerdik. Babamın kümes hayvanları, köpekler ve diğer hayvanlar üzerine deneyimi vardı. Onlarla iyi anlaşırdı. Bu sıralarda ve bundan sonra beslediğimiz köpekler hep sokak köpekleriydi. Soy ağacı belli olan popüler kökenden gelen köpekler değildi. Ya ben ya da ağbimin sokaktan bulup getirdiği köpeklerdi. Babam, köpekler için tencereden yemek aşırmamıza göz yumardı. Hatta bazen annem görmeden bunu kendisi de yapardı. Bu köpeklerin isimleri ya lasi ya da hektor olurdu. Babam, öğretmenlik yaptığı okula yürüyerek giderdi. Çok hızlı yürürdü. Sabahları okula giderken, evimizin yakınından geçen tren yolunun kenarından yürümeyi tercih ederdi. Bahçemizde beslediğimiz köpek çok uzun bir süre babamın peşinden ayrılmadan babamla birlikte Adana Erkek Lisesi'ne kadar giderdi. Hatta birkaç defa köpeğimiz babamdan ayrılmamış, babamla birlikte yürüyerek okulun bahçesine bile girmişti. Daha sonra nasıl yaptı bilmiyorum bu köpek taa oradan eve dönebilmişti. O yıllar yazın her öğleden sonra babamı öğle uykusuna yatarken hatırlıyorum. Genellikle maaş alınan haftanın son günü babam sebze haline gidip çok bol erzak alır, triptör adı verilen 3 tekerlekli motosiklete yükler, eve getirirdi. Kendisi önde oturur, sebze halinden evimize kadar şoföre yolu tarif ederdi. Evimizin önüne vardıklarında ben ve ağbim motor sesini duyarak bahçeye çıkardık. Hepsini ağbime ve bana taşıtırdı. Sayıca fazla karpuzlar, kasa ile domatesler falan.. Bu, bir aylık erzak alış verişimiz olurdu. Sigarayı çok içerdi. Daima Samsun sigarası içti. Hiç değiştirmedi. Sigara paketini daima makas ile keser, paketin ağız kısmını eliyle yırtarak açmazdı. Defalarca sigarayı bırakmaya teşebbüs etti. En çok birkaç ay bırakabildi. Kül tablası daima dolu olurdu. Sigarayı bırakamıyor olmasına bir savunma olarak belkide bu meret vücudumuzun bir gereksinimini karşılıyor olabilir diye bir düşünce geliştirmişti. Bu düşüncenin doğru olmadığını kendisi de biliyor olsa bile, sigara tiryakiliğindeki suçluluk duygusunu bu şekilde azaltıyordu belkide. Henüz söndürülmüş bir sigarası kül tablasında son dumanlarını çıkarırken, elini sigara paketine atıp bir yenisini yakardı. Durdurmak istendiğinde, karşı koymaz, yenisini yakmaktan vazgeçerdi. Bazen sigarasını dudaklarına kıstırıp, bu şekilde okur, yazar veya çalışırdı. Bazen kucağında sigara külü görürdüm. Bazen, bitmiş sigarasının izmaritini, masanın üzerine itina ile diklemesine koyarak kendi kendine sönmeye terk ederdi. Uzaktan bakıldığında sönmüş sigara izmaritlerinin masanın üzerinde mermi kovanı gibi, diklemesine durduğunu görürdünüz. Yıllar sonra sigara içmeye başlayınca fark ettimki, bunu, kül tablası bulamadığı için yapıyormuş. Kül tablası bulunmadığında bazen ben de yapıyorum. Çocukluğumdan beri hatırlarım, babam, Mut'ta anne ve babasının mezarını her ziyaret ettiğinde mezara bir tane sigara bırakırdı. Şimdi ben de babama aynısını yapıyorum. Müzik konusunda seçiciydi. Barış Manço' nun her şarkısını ve "Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım" isimli şarkıyı bilhassa severdi. Halk türküsü veya saz ile çalınan solo müzikleri severdi. Ne tür müziği sevdiği konusunda kesin bir tespitim yok. Bazen radyonun istasyon arayan düğmesi ile oynarken hiç beklemediğim bir müzik cinsine fokus yaparak radyonun sesini açardı. Giyimine bilhassa özen göstermeye üşenirdi. En güzel elbisesi diye bir kenara ayırdığı bir elbisesi yoktu. Gösterişli giyinmeyi karşısındakini etkilemek için bir cephane olarak hiç kullanmadı. Çünkü, kimsenin giyimine pirim vermezdi. Daima kravat takardı. Çocukluğumdan beri babamı kravatlı gördüm diyebilirim. Öğretmenlik yaptığı ve emekli olduğu günler dahil olmak üzere, hafta sonu ve bütün tatillerde bile babam daima kravat taktı. Tavla oyunu ile özdeşleşmiş gibiydi. Normal tavlanın yanında esir adı verilen tavla oyununu da iyi oynardı. Oyun sırasında sinirlenmezdi. "Allengirikli oynama,yiğit dediğin döne döne dövüşür, sakın hile yapma" gibi laflar, O'nun tavla terminolojisinden hatırlayabildiklerimdir. Tavlanın zarlarını da sol eliyle atardı. Benim ve kendisinin tavla gibi şans oyunlarında fevkalade şanssız olduğumuzu bu sebeple başka işlevlerde daha başarılı olabileceğimizi söylerdi. Bana, "işte biz böyleyiz ona göre" derdi. Yani, şans oyunlarındaki talihsizlik babamda ve bende ortak özellikti. Anahtarlığında az sayıda anahtar bulunduğunda bile kapının önüne geldiğinde kendisine lazım olan anahtarı en sonuncu seçenek olarak bulabildiğinden, tavlada en atılmaması gereken zamanlarda en olmadık talihsiz zarları attığından yakınırdı. Bu talihsizliğin aslında başkalarında bulunmadığını, kendisinde ve bende bariz olduğunu söylerdi babam. Bunun bir üstünlük olabileceğini düşünürdü. Yaz tatillerinde bizim için deniz tatilini tercih ederdi. Halbuki kendisi daha çok dağ, orman, yayla havasını severdi. Denizi sevmezdi. Ne Karataş' ta, ne Yumurtalık'ta, ne de Erdemli' de babamı denize girerken hatırlamıyorum. Durun bakayım... hımm... yanlış olmasın... bir defa denizden çıkarken babamı hatırlar gibiyim... O yıllarda (19731976), yaz tatillerinde, Erdemli Çamlığı'nda çadır kurardık. Orası halka açıktı. Her isteyen çadırını alıp haftalarca veya aylarca bu ormanda kalabilirdi. Sanırım hala da öyle. Beyaz bir Kızılay çadırımız vardı. Daha sonra mavisarı renkli bir tane daha oldu. Babam bej renkli kısa bir pantolon giyer çadırın kazıklarını çakarken ağbim ve ben O'na yardım ederdik. Bazı yazlar (1974'ten sonra) Anadol marka arabamızla Ankara' lı bir başka aileye takılır, net olarak hatırlamadığım bir yol haritasında civar illeri dolaşırdık. Babam bu gezilerde hep doğadan görüntü yakalama arayışı içinde olurdu. Elinde fotoğraf makinesi veya tuval olurdu. Bazı yazlar ise 1015 günlüğüne Yumurtalık'ta deniz kenarında çadır kurardık. Babamın tuvalini eline alarak en az 20 kilometrelik yol yürüyerek civardaki tepelere tırmandığını hatırlarım. Ailemizde yaz aylarında çadır kurma alışkanlık halindeydi adeta. Bir ara, Adana Koleji kampında da çadır hayatımız olduğunu hatırlarım. Orada çadır kurulacak yerler kum ve beton idi. Bu kampın müdürü Sn. Ahmet Küstü idi, babamın Adana Koleji'ndeki öğretmen arkadaşları tarafından organize edilen bir kamp idi. Babam yine denize girmezdi ama genellikle ya Nafiz bey veya Ahmet Küstü bey ile tavla oynardı. Böyle kamplarda babamın günlük yaşantısı hakkında tek hatırladığım: babamın ya bir dost topluluğu içerisinde sohbet ediyor olduğudur, ya da deniz kenarından boylu boyunca kilometrelerce yürüyerek doğaya açık bir alan bulup, orada şövalyesini kurup resim yaptığıdır. Ben resimden yeteri kadar iyi anlamıyorum, ama doğadan bir parçanın resmini en iyi Ethem Aydın'ın yaptığını söyleyebilirim. Bilhassa doğa resimleri sanki O'nun fırçasından çıkmıyor, tuvalin üzerinde kendiliğinden beliriyordu. Yaptığı resimlerin bir kısmını "Eserleri" bölümünde bulacaksınız. Kampta daima tavlada meydan okuyan birisini bulurdu kendisine... O sıralar hep mutluydu... Veya ben öyle algılamış olmalıyım... Kışlarımız ise daha kapalı bir senaryo ile geçerdi. Babamı sürekli olarak okurken hatırlarım. Babam okulundan döner dönmez, ya sobaya yakın bir koltuğa veya her zaman oturduğu kütüphanesinin önündeki koltuğa oturur ve çok kalın kitaplar okurdu. Hatta zamanzaman yanına sokulur, okuduğu kitaba göz atar, sonra hayranlıkla sorardım :"baba, bunların hepsini okudun mu?" derdim. Gözlüğünü azıcık çıkarır gibi yapar, gülümserdi, hatta gülerdi. Bana bir ansiklopedi çıkarır verir, "bak bakalım beğenecek misin" derdi. Sonra yeniden kitabına döner, okurdu.. okurdu.. okurdu.. hep okurdu.. Ne okurdu hatırlamıyorum. Sanırım İsmet İnönü, Mustafa Kemal veya buna benzer Türk büyüklerinin hayatını okurdu. Okurken masa lambası hep yanardı. Çok parlak bir lambaydı. Bu lamba, siyah kaba demirden yapılıp aralarına cam raflar yerleştirilmiş basit bir kütüphanenin en üst rafında, yani baş seviyesinden yukarda dururdu, dolayısıyla lamba sadece kitabı değil babamın vücudunu da aydınlatırdı. Belki ısıtırdı da. Bu kütüphane bugün Aydın sanat evindedir. Bazı geceler sobanın üzerine bir portakal kabuğu atar ve odanın içerisine meyve kabuğu kokusunun yayılmasını sağlardı. Kış sabahları erken kalkıp sobanın üzerinde ekmek kızartırdı. Evimizdeki kızarmış ekmek kokusu, bir gece önceden kalan portakal kabuğu kokusuna karışırdı, bu koku soğuk kış sabahlarının kendine has bir işareti olarak belleğimde yer etmiştir. Bazı geceler çok sayıda satın alarak getirdiği Samsun sigaralarının hepsini paketinden çıkartır, sobanın üzerine koyup kuruturdu. Sonra özenle tekrar paketine yerleştirirdi. Daha sonraki yıllarda geceleri sigara içmemeye başlamıştı. Babam Adana Erkek Lisesinde öğretmendi. Kitaplara gömülmediği hemen her kış gecesi öğrencilerine resim dosyası hazırlardı. Bir metreden uzun karton plakaları üst üste koyup katlar zamk ve bant ile tuttururdu. Ben ve ağbim bu işe yardım ederdik. Ertesi sabah bu dosyaları okulda öğrencilerine dağıtırdı. Bu yıllardan babam hakkında hatırladığım bir başka husus, saçları için yapısını ve adını bilmediğim bir doğal yağ kullanıyor olduğudur. O yağı bazı geceler saçlarına sürerdi. Yağın yastık üzerinde bıraktığı leke annemi hep kızdırmıştır. Ben ortaokulu bitirip liseye gidecek yaşa geldiğimde babam, kendisinin öğretmenlik yaptığı Adana Erkek Lisesine kaydımı yaptırdı (1972). Ağbim zaten aynı okulu bitirmişti. Beni de kendi okuluna aldı. Babamın benimle aynı okulda öğretmen olması, alışık olmadığım bir tedirginlik verdi bana. Okulda babamı koridorda görmek o zamanki kafamda baba hoca imajını içiçe geçiriyordu. Allahtan dersime babam gelmiyor diyordum. Ama bir gün bu da oldu. Lise 2.inci sınıfta "senin resim dersine ben gireceğim" dedi. Panikledim, itiraz ettim. 1973'te resim dersime babam girmeye başladı. Okulda hocam, evde baba diye hitap ediyordum. İkisi birbirine karışacak diye nedendir bilinmez tedirginlik yaşıyordum. Ayrıca arkadaşlarımın babam dersteyken gürültü yapmaları veya dersten sonra kendi aralarında babama "Ethem ağa" demeleri (okulda babamın lakabı buydu) beni incitiyordu. Bazen böyle konuştukları için arkadaşlarıma dikleniyor, horozlanıyor, bazen duymazlıktan geliyordum. Babam durumu fark etti ve ikinci dönem benim bulunduğum sınıfın resim derslerine girmemeye başladı. Rahatlamıştım. Resim derslerinde öğrencilere model uçak yaptırırdı. 5060 bazen 130 cm uzunluğunda, bazen lastik motorlu pervaneli uçaklar, bazen planörler yaptırırdı. Bu uçakların malzemesi Türk Hava Kurumundan kolilerle okula gönderilirdi. Hangi yıl olduğunu bilmiyorum, babam bir zamanlar Eskişehir İnönü kampında planör kursu almıştı, uçucu brövesi vardı. Havacılık sevgisini öğrencilere aşılamaya gayret ediyordu. Sınıftaki öğrencilerin hepsi, ödevini bitirdiğinde, sınıfta en az 40 tane model uçak uçmaya hazır olurdu. Herkes bahçeye çıkar, kendi yaptığı uçağını havaya fırlatır, süzülme, denge, estetik gibi değerlendirmeler ile babamdan not alırdı. Derslerinde üzerinde durduğu bir diğer konu ise "altın oran" olarak bilinen matematik dizidir. Bu, öyle bir sayıdır ki, tavuk yumurtasının kısa çapının uzun çapına oranıdır, bir ağaç dalının yan dallar verdiği noktasının gövdeye oranıdır, kolları açık bir insanın bir kulaç mesafesinin vücudunun boyuna oranıdır, göbek yüksekliğinin başın yerden yüksekliğini kestiği orandır, hayvan boynuzlarındaki spiral mimaride de bu oran gizlidir. Babam işte bunları öğretirdi. Daha sonra öğrendim ki, akciğer bronşiyollerindeki dallanmada ve insan kemik dokusunun ultrastrüktürel mineral yapısında, kemiğin nonsentrosimetrik yapısında da bu oran varmış. Yaratanın imzası gibi bir şey. Bu sayı ve sayılar sistematiği matematikte Fibonacci dizisi olarak bilinir ama babam bunun adının bu olduğunu belki de bilmeden öğrencilerine öğretmişti o yıllarda. Babam resim derslerinde fotoğraf çektirirdi. Ya herkesin kendi fotoğraf makinesi, veya babamın bulacağı bir emanet fotoğraf makinesi ile öğrencilere fotoğrafçılık sevgisi aşılamaya çalışırdı. Okuldaki resim atölyesinin pencerelerine kağıtlar yapıştırılarak oda karartılır, öğrencilerin çektiği fotoğraflar orada banyo edilirdi. Bu odanın kendine has bir kokusu olurdu. Fotoğraf banyo solüsyonları, sigara, resim yapmakta kullanılan araç ve gereçler topluca bu kokuyu oluştururdu. Bu koku babamın ceketinde hep vardı. Öğrencilerin çektiği fotoğraflar bu odada bulunan agrandizörde karta basılır ve her öğrenci bu şekilde kendi çektiği fotoğrafından not alırdı. Fotoğrafın ışık, teknik özellikleri, sanatsal kompozisyonu babamın öğrencilere verdiği nota esas teşkil ederdi. Bu yıllarımda kazandığım fotoğraf banyo edebilme bilgimi bugün mesleğimde kullanıyorum. Bir çok meslektaşım diş röntgen filmlerini en yakın fotoğrafçıya yollayarak banyo ettirirken ben kendi muayenehanemde bu banyoyu kendim yapıyorum. Diyeceğim o ki: babam farklı bir resim dersi veriyordu. Öğrencisine kullanılmayacak bilgi yüklemezdi. Öğrettiği her şey bugün vazgeçilmezimdir. Resim dersi değil, sanki hayat dersiydi. Bir gün okulun bahçesinde küfür eden bir öğrencisini yanına çağırıp, "küfürüne konu olan organının resmini çizip yarın bana getireceksin" demişti. O çocuğu bir daha küfür ederken duymadık. İstanbul'u sevmezdi. Üniversiteyi kazandığıma babam pek sevindi. Düşünceli ve çekinceli bir sevinmeydi. Çünkü o yıllarda öğrenci olayları vardı. 1975 yazında bana kalacak güvenli bir yer aramak ve bir ev kiralamak için İstanbul'a gittik. Babam ve ben İstanbul 'da Çapa'ya yakın mahallelerde kiralık ev arayarak bütün gün kilometrelerce yürürdük, "öf" dediğini hatırlamıyorum. Halbuki ben çok ama çok yorulur, Çemberlitaş'taki otelimize vardığımda derhal uyuyacak kadar bitkin düşerdim. Sonunda Aksaray'da bir eve yerleştirdi beni. Daha sonra annem de gelip eşyalarımı düzenledi. İbrahim Karayaylalı ile hem okul hem ev arkadaşı olarak 2 sene geçirdik. Öğrenci olayları yüzünden iki sene kelle koltukta okudum. Babam ve annem akılları bende kaldığı için ben fakülteyi bitirinceye kadar İstanbul' a yerleşmeye karar verdiler. 1977 yazında yeniden kiralık ev aramaya başladık. Kocamustafapaşa' da Altınmermer apartmanı birinci katta Migros'un hemen üzerine taşındık. Babam ve annem Adana'daki evimizi kiraya verdiler. İstanbul'a yerleştik. Ağbim o sırada Makine mühendislik fakültesini bitirmişti, İstanbul'a geldi ve IETT'de geçici bir iş buldu. O yıllarda babam Kocamustafapaşa'da kendisine bazı arkadaşlar buldu. Bunlardan bir tanesinin oğlu (Uyak) ile arkadaş oldum. Hala görüşürüz. Diğer arkadaşları ya emekli öğretmen veya memur idi. Kahvehanede sohbet etmekten hoşlanmıyordu ama arada sırada bunu yapıyordu. 19771980 arasında İstanbul'da kaldık. Sabah erkenden evden çıkardı, İstanbul'daki sanatsal etkinlikleri gezerdi, Ressamlar derneğinde yeni dostlar edinirdi, onlarla sanatsal içerikli sohbetler eder, akşama eve dönerdi. Bu sıralarda hayatını, görüş ve düşüncelerini yazdığı bir defter tutuyordu. 2 numaralı kaynağın tamamı, 3 numaralı kaynağın bir kısmı bu sırada yazılmıştır. Kocamustafapaşa'da bir tiyatro sanatçısı olan Hikmet bey ile tanıştı. Hikmet bey hem karikatür çiziyor hem tabela yazarak geçiniyordu ve Kocamustafapaşa'da küçük bir dükkanı vardı. Babam artan bir sıklıkla Hikmet bey'in yanına uğramaya uzun ve lezzetli olduğunu gülüşmelerinden anladığım sohbetler yapmaya başladı. Eğer felsefi bir konuya girmiş ise babam karşısındakine daima "siz" diye hitap etmeye başlardı. Daha sonra şövalye, tuval ve yağlı boya temin ederek Hikmet bey'in dükkanına resim yapmaya başladı. Babam değer verdiği birçok tablosunu bu yıllarda yaptı. Resim sanatı açısından oldukça fazla sayıda eser verdiği yıllardı. Bu eserlerinden pek azını sattı. Çoğunu dostlarına hediye etti. Açtığı sergilerde bile bir dostu tablolarından birisini beğendiyse veya tablonun önünde biraz oyalandıysa o tabloyu o dostuna derhal hediye ederdi. Babamı kaybettikten sonra İçel sanat kulübü babama ait olduğunu söylediği 5 tabloyu bana iade etti. Meğerse bu tablolar 6 taneymiş ve satılan altıncı tablonun gelirini babam İçel sanat kulübüne bırakmış. Varın gerisini siz düşünün... Anlayacağınız satmak için değil vermek için resim yapardı. İstanbul'da yaşadığımız yıllarda, ben fakülteye devam ediyordum, ama her hafta sonu babamı Hikmet beyin dükkanında resim yaparken buluyordum. Babamla sık sık konuşur, sıkı dirsek temasını kaybetmezdik. Bu yıllarda babam ile, annem ve ağbim arasında bir uzaklaşma hissediyor ama bunu pek değerlendirmiyordum, dikkate almıyordum. Kimbilir derslerim ağırdı veya belkide önemsememiştim, düzelir demiştim. Tartışmaların kavga boyutuna dönüştüğünü de hatırlarım. Ağbim 13.Şubat.1980 tarihinde ilk evliliğini yaptı, yaklaşık dört ay kadar sonra boşanarak askere gitti. 1980 ayrılıklarla ve radikal değişimlerle doluydu. Ağbim askere giderek 2 seneliğine ailemizden uzaklaştı, ben fakülteyi bitirerek diplomamı aldım, evimizi yeniden Adana'ya taşıyarak İstanbul'dan ayrıldık, bu vesile ile İstanbul'daki dostlardan da ayrılmış olduk, son 35 yıldır alışageldiğimiz standart günlük yaşamdan da... Adana'ya dönüş dağılmayı ve belkide sonu başlattı. Adana'ya dönmüştük ama İstanbul'da bir muayenehanede iş bulmuştum. Bu arada askerliğime karar aldırtmıştım ve askere gitmek için Mayıs ayını bekliyordum. Biraz evdeki kavgalardan uzaklaşmak, biraz macera aramak, belki biraz da kendi ayaklarımın üzerinde durup duramadığımı denemek için İstanbul'da yine aynı yerde yani Kocamustafapaşa'da köhne bir muayenehanede ikinci adam sıfatı ile işe başladım. Fakülteyi ikincilikle bitirip ortaçağ muayenehanesinde hekimlik deniyordum. Para ve hayat ile tanışmıştım, Adana'yı düşünecek, düşünsem bile algılayacak durumda değildim. Algılasam bile olaylara karıştırılmadığım için yapacak pek az şeyim vardı. Babamla sürekli yazışıyorduk. Dirsek temasını yine hiç kaybetmedik. Bu sırada babamın bana yazdığı mektupları daima "kendini bizden koru" veya "sırılsıklam mutlu ol" şeklinde bitiyordu. Babam, elektrikli, gergin ve mutsuz yaşantısından bana mektuplarında hiç söz etmiyordu ve ben fay hattındaki giderek tırmanan aşırı yüklenmeden, yaklaşan depremden habersiz başka yöne sürükleniyordum. Babamın bu döneme ait yaşantısını 3 numaralı kaynağa aktarmıştı, ilerleyen bölümlerde kendi kaleminden bunları bulacaksınız. Ben bu konuda daha fazla konuşmayacağım. Askerliğime başlamadan önce Adana'ya döndüğümde sessizlik hakimdi. ağbim de henüz askerliğini bitirmeden ben Ankara Etimesgut zırhlı birliklerde askerlik görevime başladım. Bu sırada babam ve annemle sadece telefonlaştık ama mektuplaştığımızı hatırlamıyorum. İki ay sonra İzmir'de bir hastahanede görevlendirildiğimde 15 günlük bir Adana ziyaretim olmuştu. Babam biri benim biri ağbimin olan iki dükkandan bir tanesine tablo tuvallerini koymuş, resim yapıyor, dost sohbetleri yapıyor, yazışıyordu. O dükkanı, otantik bir dergah olarak kullanıyordu. Kapısının üzerine "galeri pentür" diye bir tabela koymuştu. Daha sonra burası Aydın Sanatevi olacaktı. İzmir'de Askeri hastahanede görev yaptığım süre boyunca babamla yazıştık. Mektuplarındaki üslup aynı idi. Ben 1982 Temmuzunda Adana'ya döndüğümde galeri Pentür daha kalabalık, daha sıcak ve daha organize idi. Babamın resim galerisinde bir yatak vardı. Bu, O'nun en azından arada bir bile olsa orada gecelediğini gösteriyordu. Mutlu görünmüyordu. Yapacak pek bir şeyim yoktu. Ağbim Gölcük'te askerliğini bitirmiş, İstanbul Aksaray'da bir işyeri açmıştı. Ben muayenehane açmak için babamın resim galerisine yakın bir kiralık daire aradım. Hemen aynı apartmanın zemin katı boştu, bir muayenehane için fevkalade elverişliydi. Babam, kendisine çok yakın olan bu işyerini kiralayıp tutmamı tasvip ediyor hatta çok istiyordu. Fakat mülk sahibi Halit bey Kayseri'nin bir köyünde yaşıyordu. babam, otobüse atlayıp Kayseri'ye gitti, Halit bey isimli şahısı buldu, Adana'daki dairesini bize kiraya vermeye ikna etti, babam Halit bey ile pazarlık bile etti ve Adana'ya geri döndü. Bu, müthiş bir dinamizmdir. Birkaç gün sonra Halit bey Adana'ya geldi kontrat yaptık ve ben Ful apartmanının zemin katına muayenehane açtım. Tarih 1982'nin ikinci yarısıydı. Kapital olarak annemin bileziklerini kullandım. 1984 veya 1985 yılında bu bileziklerin yenisini satın alarak anneme şükranla geri verdim. Babam muayenehanemin tantanalı, şaşalı ve gösteriş ihtiva eden ne dekoruna, ne de açılışına karıştı. Beni sevmediğinden değil, gösterişi sevmediği için bu olaylardan uzak kaldı. Fakat odaları nereden bölmem gerektiğine, aydınlanmaya göre cihazları nereye monte etmem gerektiğine kadar birçok konuda yardımcı oldu, plan çizdi, tavsiye ve telkinlerde bulundu, usta buldu, işçi buldu, pazarlığını yaptı, ustanın başında durdu. Yeni işyeri açmış olmama rağmen bir tek dostuna dahi bir dişhekimi olarak yan tarafta oğlunun muayenehane açtığını söylemedi. Reklam yapmadı. Bu durumu ilk zamanlar garipsemiştim. Sonraki yıllarda bunu sentez edebildim: O övünmeyi sevmediği için benden sağa sola bahsetmemişti. Dolayısıyla yaptığı şey : yüzmeyi öğretmek ve kocaman bir denize doğru beni arkamdan itmekti. Fakat biliyorum ki beni hep seyrediyor, başıma gelebilecek herhangi bir boğulma tehdidine karşı uyanık bekliyordu. Kendi deyimiyle bir Meksika çobanı gibiydi. Babamın anlattığına göre Meksika çobanları koyunlarının etrafına çizgi çizer, kendisi bir kayanın üzerine çıkıp yukardan seyredermiş. Çizgiyi geçmeyen koyunlar izlendiklerini bilmezmiş. Bu hikayeyi babam anlatmıştı. Bir gün eski bit pazarının hemen karşısındaki Silindir kebapçısına gitmiştik. 1017 yaş arasındaydım. Neden bilmem sadece babam ve Ben vardık, yanımızda başkası yoktu. Orayı bilirsiniz... köhne ama lezzetli yemek yapan bir lokantadır, hala da öyledir. Geceydi. Masalar çok dolu değildi. Her halde soğuk bir gece olmalı ki, içerde bir yerlerde oturduk. Yemek yerken yandaki masadaki bir adam bizi seyrediyor ha bire kağıda bir şeyler çiziktiriyordu. Hırpani giyinişli bir adamdı, güven telkin etmeyen ve saçı başı dağınık bir siması vardı. Daha sonra bu adam bizim masaya babama ve bana yaklaşarak "beyefendi, babaoğul yemek yediniz, afiyet olsun, ben yandaki masada sizin hakkınızdaki izlenimlerimi yazdım okumak ister misiniz" dedi. Ne gereksiz bir durum diye düşündüğümü hatırlıyorum. Babam, adamı buyur etti, uzunuzun konuştular, işte o sırada babam sizlere yukarda anlattığım Meksika çobanı öyküsünü o adama anlattı. Meksikalı çobanlar otlattıkları sürünün koyunlarına görünmeden izlerlermiş. Koyunlar başı boş kaldıklarını zannedelermiş. Çoban, koyunların etrafına yere bir daire çizip, yakında bir kayanın üzerine çıkıp koyunlarını seyredermiş, çizdiği daireden dışarı çıkan koyun olursa, çoban, kayanın üzerinden aşağı iner, koyunu çizginin içine sokar sonra tekrar yerine çıkarmış. O adamla, o gece yaptığı sohbette babamın bizlere Meksika çobanı gibi davranmakta olduğunu öğrenmiştim. Babam bizlere Meksika çobanı stratejisi uyguluyordu. Ben de oğullarıma öyle yapıyorum. 19821989 arasındaki yıllarda babamla artık bütün gün boyu kapı komşusuyduk. Zaman zaman pense, su bardağı, bir kaşık şeker veya bunun gibi ihtiyaçlarımızı birbirimizden alırdık. Sabahları babam resim galerisine benden önce geliyordu. Geceleri benden sonra gidiyordu. Resim galerisinde tek başına oturduğu veya kitap okumadığı bir anı hatırlamıyorum. Henüz kapısından içeri girmeden önce içerdeki manzarayı ve kapıyı açınca karşımda ne göreceğimi adeta önceden kestirebiliyordum: Babam ya ağzında sigarası kitap okuyor, ya birisi ile tavla oynuyor, veya derin bir sohbet yapıyor olurdu. Akşam evde pek konuşmazdık. Ama gündüzleri her fırsatta laflardık. Eğer yanında bir dostu varsa ve koyu bir sohbet yapıyorsa uzaktan el sallar hemen çıkardım, sohbetlerini bölmezdim. Bu, sık olurdu. Herkesi severdi, ama içlerinden bazıları ile nedense frekans uyumu temin edemezdi. GÇ, PA benim tanık olduklarımdır. Her iki bayan da resim tutkusu olan, kültürlü dostlarımdır ve babam ile tanışabilmek için benden bilhassa talepte bulunmuşlardır. Tanıştırdım. Lakin gördümki, diğer tanışmak isteyip de tanıştırdığım insanlardan farklı olarak bu iki dostumu babam kendilerinin bile fark etmediği bir üslup ile Aydın sanat evinden uzaklaştırmıştı. Onlar hala babamı özler, rahmetle anar, sevgilerini ifade ederler. Bu yaşam profili hemen hemen on yıl kadar devam etti. Zaman nasıl geçti bilemiyorum veya hatırlamakta zorlanıyorum, belkide ana atardamarda nabız değişimi olmadığı için dikkat çekici bir olay yaşamadık. Zaman içinde sürüklendik belkide.. 1984'te annemin ısrarlı tavsiyesi ile eczacı bir kız ile sözlenmiş, sonra da ayrılmıştım. Babamla hala ve yine kapı komşusuyduk. Bayram ve uzun tatillerde ağbim Adana'ya gelirdi. Annemlerde birleşir gece geç saatlere kadar birlikte olur laflardık. Babam eve hep geç gelir, gecenin karanlık saatlerinde sokak kapısındaki anahtar sesinden babamın eve geldiğini anlardık. Evde az konuşur, az yemek yer, hemen yatardı. Bunun sebebini hayatını anlattığı bölümde kendi ağzından okuyacaksınız. Dedim ya, ben bu konuda konuşmuyorum... O sıralarda, ağbim İstanbul'daydı. Bu gün hala oradadır. Bir ara Adana'ya döndü evlendi ve hemen derhal İstanbul'a geri döndü. Yeniden Adana'ya dönmeyi hiç düşünmüyor. Hele annem, babamın vefatından sonra evimizi sattıktan sonra şimdi ağbimin Adana'ya dönmesi daha da imkansızlaştı. Ağbimin bu defa ki evliliğini babam onayladı ve tasvip etti. Babam, ağbimin şimdiki hanımını (Atike hanım'ı) çok taktir eder, beğenir, sever, sayar, gözetir, korur ve kızı gibi yakınlık benimser. 1985 de ben de evlendim. Babam ilk gelinine gösterdiği yakın ve sıcak ilgiyi ikinci gelinine (Nilgün Hanım'a) karşı da duydu. 1989'da işyerimi yine babamın işyerinin bulunduğu apartmanın birinci katına taşıdım. Babam, kendi babasından getirdiği bazı özelliklerin kromozomlar yolu ile aktarıldığına inanırdı. Füsun hoca hanımın bana aktardığına göre, benim için "Murat benim devamım" dermiş. Ama bunu benim yüzüme hiç söylemezdi. Yaşam sırasında kazanılan tecrübe, yaşam deneyimi, duygulanım gibi unsurların, bireyin "nesil belleği"nde depolandığına inanırdı. Yani kendi babası saat tamiri, bitki aşılama, veya el sanatları konusunda beceri sahibi olduğu için kendisine bu yetilerin veya ilgi odaklarının kromozomlar yoluyla geçtiğine inanırdı. Buna ilerleyen bölümlerde "nesil belleği" terimini kullanarak sıksık değindiğini kendi kaleminden okuyacaksınız. İlk oğluma Ethem Oğuz adını verdim. Babam, kendisinin ve birazda kendi babasının, bilhassa benden aktarılarak, Oğuz'da vücut bulduğuna inanırdı. Bu doğru olabilir. Havanın elverişli olduğu bazı sabahlar Oğuz'u alarak bisiklet gezilerine çıkardı. Veya Oğuz'u alarak tren ile Mersin'e giderdi. Oğuz, dedesinin sorduğu bir soruya "ama dede, daha ben çocuğum" diye cevap verdiği için bu cevaba aylarca her aklına geldiğinde gülmüştü. Bu torununu başkalarına belli etmeden diğerlerinden ayrı tuttuğuna tanık oldum. Bunu üzeri kapalı olarak belirtirdi. Sanıyorum bu sebeple Füsun hoca hanıma benim için "Murat benim devamımdır" demişti. Eğer bu böyleyse bundan gurur duyarım. O yıllarda, evindeki huzursuzluk hakkında konu açıldığında süratle konuyu kapatır. "Kafanı böyle şeylerle eskitme" derdi veya "kendini bizlerden koru" derdi. Evlendiğim için farklı evlerde oturuyorduk, ama kendi evindeki huzursuzluğundan haberim oluyordu, kronikleştiği için acıtmaz olmuş veya artık kanıksanmıştı adeta... Eşinden boşanmayı rezillik olarak görüyor, hiç istemiyordu. Çevresine olumsuz intiba uyandıracağı için boşanmayı ertelemek, ve hatta durdurmak istiyordu. 1990'lı yıllarda annemle aynı evde kalıyorlar, ama konuşmuyorlardı. Neden böyle olduğunu sorduğumda hep sen karışma anlamına gelen cevaplar alırdım. Bu sebeple çocukluğumdan beri bu işe karışmadım, karıştırılmadım. Her sabah birbirlerine masa üzerine bırakılmış küçük notlar ile haberleşiyorlardı. Bazen bu notlar uzun mektuplar halinde olurdu. Babam bu kağıt parçalarını biriktirmişti ve kendi yazdığı notları da biriktirerek dosyalamıştı. Bu belgeler burada yayınlanmamıştır. Simsiyah bir bulutun içinde babamın pembe soluklarını o notlardan okuyabiliyorum. O, bu durumun devam etmesine razıydı. Kendisini koruyabilmek için dışına bir koza örmüştü. Bu koza O'nun resim galerisiydi. Sadece dostlarını kabul ettiği dış kısmı nasırlaşmış, içinde ise habire filizlendirmeye çalıştığı mutluluk fidanları vardı. Bu durum yıllarca devam etti. Sonunda boşanmamak için Adana'dan evinden uzaklaşmaya karar verdi. Bunu hep yapardı. Yani kendi deyimiyle bir soluk almak amacıyla birkaç günlüğüne bize söylemediği bir yerlere gider, sonra ortalık sakinleşince geri dönerdi. Bu defa Adana'yı terk etmesi biraz uzun vadeli olacaktı. Bir daha Adana'ya dönmek istemiyordu. 1991 yılında Mersin'deki Kemal amcamın oturduğu binanın hemen alt katında bir daireye taşındı. Bu sırada kaleme aldığı yazı ve mektuplarının radikal olduğu ve bir o kadar da duygusal olduğu dikkatimi çekiyor. 1991 li yıllarda babamın ekstrem duygulanımlar yaşadığını tespit edebiliyorum. Mersin'e taşındıktan sonra, bazı öğünlerini Kemal amcamın sofrasında yiyor, geziyor, resim yapıyor, yazışıyor, yeni dostlar ediniyordu. Yalnızdı, muhtemelen daha mutluydu. Hayatının bundan sonraki kısmını bu şekilde tamamlayacağı düşüncesi beni yiyip bitiriyordu. O'nu özlüyordum, yapayalnız kaldığımı düşünüyordum. Mersin'e Kemal amcamlara bir defa ziyarete gidip boğazıma bir şey düğümlendiği için hiçbir şey konuşamadan döndüğümü hatırlıyorum. Halbuki konuşabilseydim Adana'ya dönmesini isteyecektim. Ama babamla mektuplaşıyorduk. O sırada babam yavaş yavaş boşanma işine ikna oluyordu galiba.... Annem boşanma davası açmış, hakim 1 celsede boşamıştı. Uzun süreden beri çatırdayan fay hattı bir deprem ile sallandı. Adana, Asliye 4.üncü hukuk mahkemesi, 2691991 tarihli 1991/772 nolu karar ile annem ile babamın boşanmasını gerçekleştirdi. Babam ne mahkemeye gitti ne de yaşamı boyunca bir avukatı oldu. Bu duruşmaya da gitmediği için hakim gıyabında karar vermişti. Felaketler üst üste gelir derler ya....Aynı yıl Temmuz ayında muayenehanemde ciddi bir yangın çıktı. İş hayatım resetlendi. Babamın resim galerisi olarak kullandığı dükkana birkaç alet koyup orada hasta muayene ve tedavi etmeye çalıştım. Bu arada aynı dairede yeniden dekorasyon ve yeni cihazlar ile tamirat işine girişmiştim. Babamla bu tarihlerde yaptığımız yazışmalarda, bu dükkanı istediğim gibi kullanabileceğimi benim tasarrufumda olduğunu, o dükkanı ne istersem yapabileceğimi yazıyordu. Son güne kadar hep bu teklifi yaptı bana. Gerek telefon gerekse mektup haberleşmelerimizde babamın Mersin'deki hayatının mutlu olmadığını anlıyordum. Bir yandan babamın uzakta olmasına, diğer yandan anne babamın boşanmasına alışmaya çalışıyor, diğer yandan yangından arta kalan elimdeki malzemeler ile yeni bir muayenehane kurmaya uğraşıyordum. Aylarca sürdü... Ağbim telefon köprüsü ile annemle babamın aralarını bulmaya, boşansalar bile yeniden bir araya getirmeye gayret ediyordu. Ağbimin bu gayretine babamın yazdığı cevabi mektubu babamın dosyaları içerisinde buldum. Babam annemle yeniden birleşme teklifine kibar ama, iddialı bir hayır diyordu. Bu mektuplarında hayran olunacak bir üslup kullanmış, keşke yayınlayabilseydim. Baya eğitsel mektuplar... 1991 Aralık ayında tamirat işi bitti, ben yangından sonra tekrar düzelttiğim muayenehaneme döndüm. Babamın resim galerisini boşalttım. Yazdığım bir mektupta, resim galerisini boşalttığımı ve hala kendisini beklediğimi babama bildirdim. Cevabi olarak "o dükkan senindir, bir iş kurabilirsin" dedi. Bunu yapmadım. Çünkü o dükkanın benim veya başkası tarafından meşgul edilmesi babamın Mersin'e yerleşmesini tescil edip yeniden Adana'ya dönmesini imkansız hale getirecekti. 1992 yılında babamı Adana'ya dönmeye ikna etmeyi başardım veya O kendi kendine buna karar aldı. Babam Adana'ya döndü ve eskiden kullandığı resim galerisini yeniden sahiplendi. İçerisini dekore etti. Bir bölme yaptırarak yatağı ile oturulacak kısmı birbirinden ayırdı. Tuvalet, lavabo, ve ilerleyen yıllarda kitaplık bile yaptırdı. Artık resim galerisi O'nun eviydi. Eskisi gibi orada yemek yapıyor, yiyor, uyuyor, dost sohbetleri yapıyor, resim yapıyor, yazıyor, çiziyordu. Yıllar böylece su gibi aktı, geçti. Evimden sık sık yemek getiriyordum. Boş tabakları almaya gittiğimde hepsi yıkanmış ve içine baklava, çukulata falan doldurulmuş olarak buluyordum. Hiçbir şey yapamazsa boş tabağın içine çiçek koyardı. Benim evime yemeğe gelirken de aynısını yapardı. Daima, elinde baklava, çukulata, çerez veya çiçek olurdu. Geçmişine kuvvetle özlem duyardı. Nostaljik bir yapısı vardı ama bunu gizlerdi. Babasının özelliklerini taşıdığına, inanıyor, babaya duyduğu hasret ve özlem sebebiyle çocukluk yıllarını yeniden yaşamaya, o yılları bu güne kopyalamaya gayret ediyordu. Yaşamı, felsefesi ve günlük kullanım alet ve cihazlarının hem çağdaş olmasına hem de baba evindeki cihazlara benzemesine gizliden gizliye özen gösteriyordu. Örneğin dedem, yukarıda bahsedildiği üzere; çeşit çeşit ağaçları en uygun şekilde budayabilir ve her türlü aşıyı başarı ile tuttururmuş. Bu sebeple babam, ağaç budama ve aşı yapmaya titizlenir, özen gösterir, bu konuda okur, sık sık denemeler yapardı. Kurumasına sebep olduğu ağaç bilmiyorum. Yine dedemin yabancı dil hakimiyetini çağrıştıran sebeplerle babamın Fransızca'ya önem verdiği yıllar vardı. Babamın saat tamiri konusunda ehil olduğundan daha önce bahsetmiştim. Bahsetmediysem daha ileriki bölümlerde bahsetmişimdir. Eskiden halka inebilen halkevlerinin yapısal özelliklerini taşıdığı için İçel Sanat Kulübünü çok sevmiş bu kulübe çok bağlanmış ve gönül vermişti. Bu kulübe duyduğu sevginin temelinde gizli veya açık bir şekilde eski halk evlerine özlem yatıyor olmalı. Babasına ve baba sevgisine özlem, O'nda babasının meziyetlerine ve özelliklerine bir arayış ve yöneliş başlatmıştı. Hatta babasının kullandığı mengene, sivridelici bir kösele dikiş iğnesi, biley taşı, penseyi saklıyor, tamir edilmesi gereken bir elektrikli soba veya cihaz olduğunda bu aletleri kullanırken nostaljik bir haz alıyordu. Aynı amaçla kullanabileceği daha elverişli pense veya tornavida bulunsa bile babasından kalan penseyi kullanmayı tercih ediyordu. Babamın bana bıraktığı bu aletleri özenle topladım. Saklıyorum. Baba ocağına özlem, o yıllara özlem şeklinde yazılarında da belirginlik kazanmaktadır. Bu, haklı bir özlem, makul şiddette bir etkilenimdir, patolojik değildir. Babasından gurur duyduğu bir anısını 2441986 tarihli mektubunda amcama anlatmış. Babam mektubunda diyor ki: "Kars'ta öğretmendim Bu yörede sayılırlardan biri ölmüştü. Bu kişinin evinde Kur' an dinlemeye çağrılmıştım. Kur' an ve mevlit okunduktan sonra sohbet başlamıştı. Bu sohbet sırasında Kur' an'ı okuyan hoca herkese kim ve nereli olduğunu sormuştu. Sıra bana geldiğinde Ermenek' li mi yoksa Mut'lu mu diyeceğimi bilememiştim. İkisini de söyledim. Kur' an okuyan hoca, Mut'tan kimlerdensiniz, Ermenek'ten kimlerdensiniz diye sordu. Söyledim. Hoca, bu kere, Molla Memed' in nesisin, Mustafa Efendi'nin oğlu musun diye sordu. Molla Memed' in yeğeniyim, Mustafa Efendi'nin oğluyum dediğimde tekrar sordu: Ethem misin, Kemal misin? Ethem olduğumu söyledikten sonra hoca heyecanla ayağa kalkarak elimi sıktı, kemiklerimi kırarcasına kucaklayarak sarıldı ve hatta yüzümü yalarcasına defalarca öptü öptü öptü. Bu arada gözlerimden yaşlar damladı. Sonra hoca kendisini tanıttı. Babamın mollasıymış, Kur' an'ı babamdan tedris etmiş, Kur' an okuma yarışmasını kıl payı kaçırmış, Nuri ağbimle birlikte çok dayak yemiş, kaçtığı yerlerden babam bulup, getirip, okutmuş. Zorla icazet vermiş. Bugün bulunduğu konumda babamın hakkı olduğunu, kendisini rahmetle andığını gözleri dolu dolu anlattı." Bir yandan geçmişinin nostaljik etkilenimler yaşarken diğer yandan çağdaş olmayı asrımızın medeniyet ve teknolojik alet ve cihazlarını kullanmayı asla terk etmedi, ret etmedi, yadırgamadı. Bir bilgisayarı vardı. Teknolojiyi hayranlıkla izliyordu. Uyum gösteriyordu. Son on yıldaki yaşamı belkide en mutlu olduğu en verimli olduğu ve kendini en fazla bulduğu yıllardı. Mutluydu. Hem de çok. Yazdığı ve bana bıraktığı yazılarından anladığım kadarı ile aşık bile olmuştu. Babamın hiç değilse geceleri bir ev ortamında kalmasını istiyordum. Rahat ettirmek istiyordum. Yeni kurduğum muayenehanemde kıymetli tıbbi aletlerim var, yeniden yangın çıkabilir veya gece çalınabilir geceleri bu muayenehanede birisinin bulunması çok faydalı olur diye bir bahane buldum. İkna etmeyi başardım ve babama muayenehanede özel bir oda tahsis ettim. O da bu yalanımı yutmadı ama yutmuş görünerek kabul etti. İşyerim, babamın resim galerisine 1015 adım uzaklıkta, kaloriferli 125 metrekare lüks bir dairedir, resim galerisinin bulunduğu apartmanın hemen çapraz üzerindedir. Akşamları güneş battıktan ve benim mesaim bittikten sonra muayenehaneye gelir, kapıyı açmadan önce zile basar, biraz bekler, sonra kendi anahtarını kullanarak içeri girerdi. Genellikle beni yalnız başıma bilgisayar başında bulurdu. Elinde bana vermek için ya bir elma veya okumam için bir dergi olurdu. Selamlaşırız, yavaşça ve sessizce doğrudan kendi odasına gider, kitaplarına dalardı ve sürekli kitap okurdu. Hep okurdu, daima okurdu. Kendi odasına küçük bir televizyon kurmak istedim kabul etmemişti. Son 56 yıldır hiç televizyon seyretmiyordu. Halbuki önceden haberleri kaçırmaz, geceleri muayenehaneye gelir gelmez hasta bekleme salonundaki küçük televizyonu açar muhtelif kanallardaki programları izlerdi. Aslında yanlış hatırlamıyorsam akü ile çalışan küçük bir televizyonu Aydın sanat evine de kurmuştu ama sanırım ihtiyacı olan birisine hediye ederek yeniden televizyonsuz kalmıştı. O'nu bir defasında yatağında uzanıp kitap okurken ağlıyor olarak buldum. Derhal yerimden fırladım babamın odasına girdim. Ne olduğunu sordum. Yastığı duvara yaslamış, sırtını yastığa dayamış, mendilini sol eline almış, sağ dizini yukarı çekip kitabı dizine koymuş, bir yandan okuyor diğer yandan ağlıyordu. Burada anlatılanlar benim geçmişime öyle benziyor ki, adeta beni anlatmış, bu sebeple ağlıyorum dedi. Bu kitabın Halil İbrahim Göktürk'ün Şevket Süreyya Aydemir isimli eseri olduğunu anımsıyorum. Muayenehanede kaldığı yıllarda bir gün banyodaki karıncalar problem olmaya başlamıştı. Karıncaların incitilmeden uzaklaştırılması konusunda bol kahkahalı sohbetler ederdik. Bir defasında yüzlerce parçadan oluşan bir yap boz bilmecesinin 2 tek parçası kayıp olmuştu bu kayıp parçalar için babamla bol kahkahalı çözümler üretmiştik. Gülmek için bahane arar gibiydik. Babam ve ben, eskimiş olan hiçbir elektrikli cihazı çöpe atamazdık, sürekli olarak birbirimize verirdik. Diğerimizin de atamayacağını bilirdik. Birde bakardım ki çöpe atamadığım için babama verdiğim vantilatör pervanesi ertesi gün benim masama gelmiş olurdu. Bu durum başlı başına aramızdaki gülmece unsuru olurdu. Kendi odasına yatağının baş ucuna okumak için kuvvetli bir lamba istemişti. Kurdum. Okurken uzanır, bazen erkenden uyur, bazen de başucu lambasını yakarak uzun uzun okumaya devam ederdi. Ben işimi bitirip evime gitmeden önce uzun sohbetlerimiz olurdu. Bu sohbetler genellikle ağbimin dükkanından çıkmayan kiracı ile ilgili olurdu. Veya bana "evdeki Müslümanlar nasıl" diye başlayarak sorular sorardı. Babam karşısındaki insanı o kadar sever ve o kadar güvenirdi ki, bir defasında kiracıya gelen haciz belgesini kendisi imzalayarak almıştı ve başkasının icra borcunu ödemiştik. 1992'den itibaren istediği zaman kendi anahtarını kullanarak muayenehanemin özel odasına girip dinleniyor, uyuyor, okuyordu. Bir odasının bulunması ve geceleri muayenehanemde kalması sebebiyle bana faydalı olduğu düşüncesi O'na huzur veriyordu veya ben öyle zannederek kendimi avutuyordum. Güneş doğmadan kalkar ve muayenehaneden çıkarak yürüyüş yapmaya giderdi. Gece olduğunda, benim işlerimin bittiğinden iyice emin olmadan tekrar muayenehaneye dönmemeye özen gösterirdi. Halbuki ben kendisine burada işim olsa bile istediği zaman gelmesi konusunda ciddi boyutlarda ısrar ediyordum. Muhtemelen beni rahatsız etmemek için iyice geç saate odasına gelirdi. Anahtarlığını belinde taşırdı, yaylıydı, çekince uzayıp bırakınca yerine giren bir zincire takılıydı. Seyahate gideceği zaman kapıyı çok iyi kilitlerdi. Aslında her sabah erkenden muayenehaneden çıkarken de kapıyı çok iyi kilitlerdi. Bisikleti ile sabah gezisi yapar, dönerken genellikle Cumhuriyet gazetesi ve çubuk kraker alarak dönerdi. Yürürken sol ayağında zorlukla fark edilen bir aksama olurdu. Yan taraftaki sokakta babama geniş bir daire satın aldım. Anahtarını münasip bir üslupla kendisine teklif ettim. Kabul etmedi. Hiç değilse bir odasını dayayıp döşeyelim kullansın istedim. Ama kabul ettiremedim. Bu konuda ısrar edemedim. Çünkü eğer yeni daireye kendisinin taşınması konusunda ısrar edersem, sanki benim muayenehanemi terk etmesini istiyormuşum gibi bir anlam çıkarabileceğinden çekiniyordum. Mecburen bu daireyi başkasına kiraya vermek zorunda kaldım. Zaten kendisi için ben dahil bir başkasının bir şey yapması O'nun için kabul edilemez bir şeydi. Bizim eve, balık lokantasına, Karfur'a, denize ailecek gidelim gibi teklifleri daima gülümseyerek red ederdi. Red edeceğini bilerek hep teklif ederdim. Bir defasında balık lokantası teklifini kabul ettirmiştim. Fevkalade alıngan bir mizacı vardı. Yanından ayrılırken kapıyı yanlışlıkla biraz sert çeksem ertesi gün babam muayenehanedeki odasına geç gelir veya hiç gelmeyip Aydın Sanat evindeki yatağında geceyi geçirirdi. Bu beni çok üzerdi. Ertesi gün kapıyı yanlışlıkla sert çektiğimi ısrarla söylerdim. Zorlukla ikna ederdim. Babama bir cep telefonu tedarik etmiştim. Kullanmasını göstermiştim. Ama en çok 2 ay kadar sonra bana iade etti ve kullanmak istemediğini söyledi. Manyetik alan yayan cihazlardan sürekli olarak uzak durmuştur. Bu sebeple duvardaki pirize takılan radyo yerine pilli radyo kullanırdı. Bizim eve geldiğinde televizyon seyrederken daima uzakta ve ekranı yandan görecek bir koltuğa otururdu. Hem resim galerisinde hem de muayenehanemdeki odasında aynı marka pilli radyo vardı. Pillerini sürekli tazeler veya Amerikan pazarından tedarik ettiğim şarjlı pilleri kullanırdı. Odasında bir de çalar saat bulunurdu. Saat tik takları babama hep ninni gibi gelmiştir. Yemeklerini kendisi yapardı. Bundan zevk alırdı, angarya olarak görmezdi. Öğünleri doğal yiyeceklerden oluşurdu. Güzel ve bol bir yemek yediği zaman "çok şükür, karnımız zengin karnına döndü" derdi. Daha çok sebze ve meyve ağırlıklı beslenirdi. Bu yaşında babamın resim galerisinde kendi yemeğini pişirmesi gücüme gidiyordu. Kendi evimden muhtelif yemekleri bir kaba koyup zaman zaman resim galerisine getirmeye başladım. Her defasında abartılı teşekkür ederdi ve rahatsız olduğunu bunu bir daha yapmamam gerektiğini söylerdi. Yeğeni Nuray hanım kendisine yemek getirdiğinde de aynısını söylermiş. Bunun üzerine evde pişen sulu yemeği evin kapıcısı ile yollattırıyordum. Kapıcı yeni yemeği babama teslim ederken bir gün önceki yemekten artan boş kapkaçağı alırdı. Eşim buna alışmıştı ve isteyerek ben söylemeden yapar olmuştu. Bazen yemek getirme işini yeğeni Nuray hanım üstlenirdi. Nuray ablam bu işi, elinden geldiği kadar sık yapar, isteyerek yapardı. Babam yine direnir, kendisi için fedakarlıkta bulunulmasına karşı çıkardı. Bu, hep böyle oldu. İçtiği çayı bile metalik olmayan doğal malzemeden yapılmış genellikle cam çaydanlıkta demlerdi. Ahududu, kuşburnu çayını severdi. Cam bardakta içerdi. Önce bardağın üzerine süzgeci koyar, sonra süzgecin delikleri üzerine 2 tane küp şeker bırakır, sonra çayı bu şekerin üzerine gelecek şekilde süzgecin içine dökerdi. Sıcak su ile temas eden şeker, çözünerek, süzgecin deliklerinden geçer, bardağın içine karışırdı. Böylece çay kaşığı kullanmaya ihtiyaç hissetmezdi. Bunu özenle yapardı, bu sırada çekilmiş bir fotoğrafı eserin son sayfalarındadır. Her gün, sıklıkla kahve içer ve ikram ederdi. Çamaşırlarını eve götürüp makinede yıkattırmam için bana asla vermezdi. Birisinin kendisi için bir şeyler yapıyor olması O'na zulüm gibi geliyordu. Ben gizlice odasına girer çamaşırlarını toplar bir naylon torbaya doldurur eve götürür, yıkandıktan sonra geri getirirdim. Bunu fark ettiğinde, yani çamaşırlarının bazılarının yıkansın diye benim tarafımdan evime götürüldüğünü fark ettiğinde bana bozulurdu. Son yıllarda sekreterimi alıştırmıştım, gizlice odasına girip çamaşırları toplaması görevini sekreterime vermiştim ve bu iş otomatiğe bağlanmıştı. Vedalaşırken, hatta kısa mesafeli ve kısa süreli vedalaşmalarda bile yanaktan öpüşerek vedalaşmayı tercih ederdi. Neden bunu hep yapıyorsun diye sorduğumda nedendir bilmem şöyle cevap verirdi: "unutmak iyi ki mümkün" derdi. Bazı geceler benim evime yemeğe gelir, ayrılırken, yarın yeniden görüşecek olmamıza rağmen yine de bizleri yanaklarımızdan öperdi. Dersleri başında değiller ise torunlarının onlarla sohbet ederdi. Veya ensesinden saçlarını okşardı. Bu davranış tipiktir. Meşgulseniz, sizi seviyor ve rahatsız etmek istemiyor ise, "bravo devam et, seninle birlikteyim" mesajı verecek şekilde geldiğini belli ederek yanınıza yaklaşır, ensenizi yukardan aşağı okşar ve hiç konuşmadan uzaklaşır. Bunu evlatlarına ve torunlarına hep yaptı. Ancak uzun süreli olarak ayrılan kendisi olduğunda genellikle gideceğini haber verirdi, o kadar. Bazen haber de vermezdi. Bir gün Suavi bey babama sormuş: "neden uzaklara gideceğinizde oğlunuza veya buraya haber vermiyorsunuz, ya oralarda başınıza bir iş gelirse ne olacak?" demiş. Babam şöyle cevap vermiş: "orada da bir çınar altı bulunur, ne fark ederki" demiş. Aslında bu yanaktan öpüşmeyi ani duygulanımlarda hep uygulardı. Örneğin karşısındakinde zafer etkisi uyandırmasa bile bir dostunun zaferi anlamına gelebilecek müjdeli bir haber aldığında, o haberi veren kişiyi veya o dostunu mutlaka sarılarak öperdi. Yeniden evlenmeye sıcak baktığı bir dönem oldu. Hatta, evlenmeyi düşündü. Bu bayan ile ayaküstü tanışmıştım. Makul karşılamıştım. Daha sonra sanıyorum ki bu olaydan karşı tarafın istekleri doğrultusunda vazgeçildi. 1993'te ben mikrobiyoloji doktorama başladığımda benden çok sevinmişti. Destekliyor, şımartıyor, cesaretlendiriyordu beni. Her fırsatta doktor unvanımı kullanırdı bana Murat dediği günler sayılıydı. Hatta şöyle söylesem yanlış olmaz: en az son on yıldır bana hiç "Murat" demedi. Hep "doktor" dedi. Ben de bundan utanırdım. Diyebilirim ki, beni, doktor olduğuma babam inandırmıştır, diplomam değil.! Yazımına katkıda bulunduğum kitap basıldığında eline alıp özenle incelemiş, ayağa kalkarak beni yanaklarımdan öpmüştü, gurur duymuş ve bu duygusunu benden esirgememişti. Üyesi olduğum uluslar arası bir kurumun üyelik belgesini Aydın sanat evine astığından anlıyorum ki benimle gurur duyuyordu. Muhtemelen doktor olmamdan da sessiz bir gurur duyardı. Bir defasında Ethem Oğuz henüz bebek iken uzaktan torununu seyrediyordu. Oğuz, divanın üzerine sendeleyerek tırmanıyordu, gözlüğünü çıkartmış, sapını dişleri arasında hafifçe ısırarak tutuyordu, ayakayak üstüne atmış, gözlerini kısarak torununun acemi hareketlerini dikkatle incelerken düşüncelere dalmıştı. Babam bu arada içinden bir şeyler mırıldandı ama ne söylediği tam olarak anlaşılmıyordu. Kulak kabarttım, bu sırada çok sessiz bir şekilde "doktor Murat" dediğini duydum. Ne? diye yüksek sesle sorduğumda "bir şey yok" dedi. Çalışırken çok ses çıkaran saatler satın alırdı. Çünkü dedem Mustafa efendi aynı zamanda bir saat tamircisiydi ve babamın büyüdüğü evde saat tiktakları eksik olmazdı. Muhtemelen babam her saati söküp takarken gizlice çocukluğunu yaşıyor olmalıydı. "Geçmişi özümseyerek, geleceğe iletide bulunan yorulmaz" derdi. Sevdiği yemeklerde de bunu gözledim. Örneğin kapuska, zeytinyağı emdirilmiş çökelek, adını bilemediğim kendi hazırladığı bazı yiyecekler O'na çocukluğunu hatırlatan unsurlardı. Baklava, şekerli kuru pasta, çukulata ve limonlu yeşillikleri sık sık yerdi. Babama bir protez diş yapmıştım. Yemek yerken zorlanmıyordu ama yapışkan yiyecekler veya sert yiyecekler her protez kullanan gibi O'nu rahatsız ediyordu. Aslında son yaptığım protezde s ve z harfleri ıslık gibi çıkıyordu. Ben bunu fark ettiğimde düzeltmek istedim. Babam, konuşurken bu harflerin bu şekilde çıkmasını benimsemişti bana sakın bu konuşma şeklimi bozma bu sesler hoşuma gidiyor demişti. Protezi konuşmasını hafifçe değiştirmiş olmasına rağmen severek kullandı. Trafik kazası geçirdiği gün alt çenesindeki protez kaza sırasında düşmüş kaybolmuştu, kendisini hastahaneye getiren şahısa benim protezim nerede diye sormuş. Üst çenesindeki protezi ise ben kendi ellerimle ağzından çıkardım. Sağlık durumu çok iyiydi. Bildiğim ve yakındığı belirli bir ciddi sağlık sorunu yoktu. 82 yaşında kalp damar hastalıkları beklenir. Halbuki babam, her sabah bisiklete biniyor veya en az 25 kilometre yol gidiyordu. Bazen sabah sporu dönüşünde bana yürüdüğü güzergahı uzun uzun tarif eder, mesafenin uzunluğu ile övünürdü. Övünmekte haklıydı. Çok uzun yürüyordu. Benim hatırladığım veya müdahale etmemi gerektiren Helicobacter pylori gastriti vardı. Tedavi ve makul bir perhiz ile sorun büsbütün ortadan kalkmıştı. Yıllar önce bel ve sırt ağrısı çekti. Belini sıcak tutardı, sert yatakta yatardı, terli kalmamaya özen gösterirdi. Ayakkabısının su geçirmemesi, doğal ve güzel beslenmek ve terli kalmaması, sağlığı için dikkat ettiği anahtar unsurlardı. Uzun yıllar bir daha sorun yaşamadı. Bakarken baktığı her yerde bir beneğin kendisini takip edecek şekilde görüntüye geldiğini söylediğini hatırlıyorum. Göz doktoru Sn Erkişi muayene ederek katarakt başlangıcından bahsetmişti. Ama ben babamın görmesinde bir sorun yaşadığına şahit olmadım. Bilgisayar kullanıyordu. Yanılmıyorsam 1993 yılında, babama bir bilgisayar kurdum ve yazmakta olduğu yazıları burada yazmasını önerdim. Uzun zaman dos işletim sistemi altında yazdı. Bu yazıları kitabın ilerleyen bölümlerinde okuyacaksınız. En içten, uzun otoanalizleri bu dönemde kaleme almıştır. Daha sonra bilgisayarına windows kurup word isimli programı kullanmasını teklif ettim. Benimsedi. Yeniliklere açıktı. Derhal Word programında yazmaya alıştı ve yazdı. Arada bir benim kendisini ziyaret etmemi bekler, bu program neden yazdıklarımı kağıda basmıyor diye sorardı. Rahatsız edebileceği çekincesi ile beni bilhassa bu problem sebebiyle yanına çağırmazdı. Yanına günlük ziyaretlerimden birini yaptığımda sigarası dudaklarının arasında, elleri iki yana açık "yahu doktor gel hele" diyerek beni karşılıyorsa belli ki windows ile başı belada olmalıydı. Bilgisayara başlamadan önce daktilo kullandığı için, alışkanlığını bazen yenemez ve klavyedeki tuşlara sert basardı. İlk zamanlar daktilo tuşlarına vurur gibiydi. Kullanmakta olduğu bilgisayarın huyunun bazı müdahalelerle değişebildiğinden bahsederdi. Bilgisayarını bir şahıs gibi canlı veya canlıya yakın bir dost sayardı. Klavye başına bir arkadaşı veya dostu veya ben oturup bilgisayarın bir özelliğini anlatsak kalem kağıt alır,hangi düğme veya tuşlara basarak bilgisayara o marifeti yaptırdığımızı not ederdi. Bilgisayarında yazdığı bir çok makale, eleştiri, duygu ve düşüncelerini derhal kağıda yazdırır ve dosyalardı. Yazdıklarının büyük bir kısmını hem dosyalarda hem de bilgisayarın harddiskinde buldum. Kağıt üzerine basarken tarih yazmayı devamlı ihmal eder, gerek görmez veya unuturdu. Bilgisayar, bir yazının hangi tarihte yazıldığını kendi içerisine kayıt ettiği için bu kayıtlara bakarak dosyadaki evrakların büyük bir bölümünü sizlere sunmadan önce tarihlendirdim. Yazışırken Türk dilini fevkalade güzel kullanırdı. Akıcı, zorlamasız, kendiliğinden yön değiştiren, düşünceler arası uçuşmalara müsaade eden, konuşur gibi bir üslup ile yazardı. Hem yazarken hem konuşurken Türkçe kelime seçmeye özen gösterirdi. Düşünsenize... 1920'lerden geliyorsunuz ve muallim değil eğitmen kelimesini kullanıyorsunuz. Bunun gibi, beti, imge, tümce gibi Türkçe kelimeleri bilinçli olarak kullanıyorsunuz. İşte bunun adı çağdaşlıktır.! Tabela ve markalardaki yabancı kökenli kelimeleri gördüğünde veya duyduğunda hoş karşılamazdı. Türk dilinin ve öz benliğimizin hiçe sayıldığı düşüncesiyle bu tür yabancı isimlerin kullanılmasına örtülü bir savaş verirdi. Örneğin selamlaşırken esselamunaleyküm terimine kızarak yazdığı bir günceyi ilerleyen sayfalarda okuyacaksınız. Yazılarındaki üslup genellikle övgü dolu bir hitap cümlesinin hemen arkasından, duygulu ama mantıklı düşünce uçuşmaları şeklindedir. Rahat, sıkıştırılmamış, akıcı, konuşur gibi, birebir aktarıma dayalı, etkin bir yazım üslubu vardır. Bu üslupla yazılan paragraflar, yazının sonuna yakın yerlerde söyleyeceği asıl vurgulu cümleyi, daha kolay anlaşılır, ikna edici, haklı ve renkli yapar. Daha sonra yazı yine övgü yüklü veda ile biter. Aydın sanat evi bir dergah gibiydi. Oraya gelenlerin büyük bir kısmı huzurlu, iç dünyalarındaki sıkıntılardan kurtulmuş ve kendilerine güven duyar şekilde ayrılırlardı. Babamın ziyaretçilerine ve dostlarına kuvvetli bir moral verme özelliği vardı. Sıkıntılar ve iç çelişkiler içerisinde gelen bir çok dostu oradan ayrılırken, kendine güvenen, kararlı bir şekilde ve huzurlu olurlardı. Örneğin yıllardan beri keman çalmayı istemiş ama elinize hiç keman almamış bile olsanız, Aydın Sanat evinden ayrılırken keman satın almak üzere yolunuzu değiştirebilirdiniz. Bir kitabı okumayı çok istemiş ama fırsat bulamamış iseniz, o kitabı ertesi gün size hediye ederdi. Veya, yıllardır anılarınızı yazmayı planlayıp henüz kalemi kağıdı elinize almadığınızı öğrenirse, daktiloyu önünüze koyuverebilirdi. Babam dostları için bir cesaret, bir ilham kaynağı olarak yaşadı. Babamı internete başlatmak istiyordum. Gazete köşe yazarları ile mektup ile yazışıyordu. Eğer internete başlatabilsem posta yolu ile mektuplaşmasına gerek kalmadan gazete yazarları ile yazışabilecekti. Keşke ertelemeyip bir an önce modem kartı kursaydım diye hala hayıflanırım. Ayrıca solak olması sebebiyle mausu tutarken sıkıntı çekerdi. Ama sağ elini çok iyi kullanırdı. Bu sebeple hem yazarken hem boyarken sıkıntı çekmezdi. Kol saatini sağ koluna takardı. Çayı veya herhangi bir şeyi sol eli ile dıştan içe karıştırırdı. Son on yılı içerisinde beni bakkala yollayıp şunu al dediğini hatırlamıyorum. Her işini kendi yapardı. Babam için bir iş yapabilmeye fırsat kollardım. Bir eksiği var mı diye alıcı gözle her yeri incelemek varsa gidermek üzere çözüm üretmek bende artık alışkanlığa dönüşmüştü. Resim galerisinin duvar kağıtlarını yaptırmak, yeni bir printer alınması, emekli maaşının Zıraat bankasının yakın şubesine nakil edilmesi, resim galerisinin babam seyahatteyken gizlice temizletilmesi gibi buna benzer işler hep benim inatla kabul ettirebildiklerimdir. Aslında O bunları yapmamı bana yük olmamak için istemiyordu. Bu işlerin bazılarını yapmayı ısrar ederek zorlukla başarmıştım. Resim galerisi yazın çok sıcak oluyordu ve vantilatör yetmiyordu. Klima kurdurmak istedim. Kabul etmedi. Ama Nuray ablamın artık kullanmadığı bir klimasını taktırmayı nihayetinde kabul etmişti. Siyasi görüşü sosyal demokratlara yakın bir çizgideydi. Yıllarca Bülent Ecevit'in partisine oy verdiğini biliyor, tahmin ediyorum. Ama 25Mart1984 tarihinde oy kullanmadığı için Maliye'den 2500 lira para cezası gelmişti. Babamı toprağa verirken oy kullanmaktan arta kalan boya hala parmağında duruyordu. Bence babam gerçek bir Kemalist idi. 100. üncü yıl marşını her duyduğunda ağlardı.Yanlış okumadınız ağlardı. Atatürkçü dernekleri entel sosyete pasifleri olarak değerlendirdiğini sanıyorum. Bu konuda ilerleyen bölümlerde yazılarını bulacaksınız. Son bir şey daha vurgulayıp bitireceğim: Kitabı okumayı bitirdikten sonra dikkatinizi çekeceğini umduğum ve bu kitabın yazılmasına sebep olan Ethem Aydın öğretilerinden birkaç tanesini okuyucuya hemen burada özetlemek isterim * Her şeyi, her zaman, karşılıksız sev.! Sevgi zamk gibidir. İnsanı insana yapıştırır. *Objeyi detaydan arındır. Gürültü, ses, güzel veya çirkin koku, unvan, giyim, kuşam, süs, şatafatlı görkemli dış unsurları görme, etkilenme. *Bütün muhataplarını coştur. Bu coşku sana mutluluk olarak geri dönecektir. *Uzak durmak istiyorsan uzak dur, ama kalp kırma. *Herkes müspet ilimlerle henüz tespit edilemeyen, belkide kendisinin bile farkında olmayabileceği bir bellek taşır. Bu bellek o kişinin geçmişinin belleğidir. Asırlar boyu üst kuşaklarının deneyimlerle kazandığı meziyetlerin kendisine aktarılan mirasıdır. Bu bir "bayrak yarışı" gibidir. Herkes görevini tamamlayıp ölmeden önce bu mirası bir sonraki genetik kuşağına devreder. Büyümek, kendisine devredilen bu mirasın üzerine daha fazla meziyet koymakla ve alt kuşaklarına daha fazla olumlu meziyetler bırakmak ile mümkündür. *Geçmişini kaybetme. Ona yaslan. *Hedefini tayin etmek için mesai ayır. Hedefine kilitlen. Gerekirse bir hiç uğruna alın teri akıt. O zaman, başkalarının önceden hiç saydığı şey giderek yücelecektir, paha biçilmez bir kıymet haline dönüşerek, sana ait olacaktır. *Büyüklenme. Kendini hep sıfır noktasında say. *Kalem ve kağıt kullan. Yaz. Başkalarının yazdıklarınıda oku. *Beslenir, giyinir, yaşarken doğa ve doğal olandan uzaklaşma. *Yapabiliyorsan, particilik ve siyasetten uzak kal. ..... Okuyucu, bu kitapta çok sayıda Ethem Aydın öğretisi bulacaktır. Ben aklımda kalanları özetledim. ...... Benden bu kadar. Ben sadece bu okuyup bitirdiğiniz bölümü yazdım. Benden başkasının bilmediklerini veya benden başkasının anlatamayacaklarını anlattım. Gerisini babamın kendi kaleminden okuyun.... Haa.. söylemeyi unutuyordum, Ethem Aydın'ın ruhuna bir fatiha okursanız sanırım doğru olur. Selam Saygı Sevgi Murat Aydın, Editör ----------------------------------------------------------------------------------------- Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali: http://geocities.com/ethemaydin ve http://www.ethemaydin.com adreslerinde sergilenmektedir. Eserin orjinalinin ücretsiz temini: Aydın Sanat evi: Kurtuluş mh 19 sk. Ful apt 50/c Adana 322-4584683 ethemaydin@yahoo.com 16 Bölüm1 Editörce